Antik çağdan bugüne sanatçılar ve sanat tarihçileri, “sanat” olgusunu tanımlamaya çalışmışlardır. Sanat konusuna ilk tanımı getirenlerden Aristotoles sanatı taklit (mimesis) olarak nitelemiş, Romanik dönemde sanat bir içe doğma, coşma, akıl ve mantığın baskısından uzaklaşma olarak tanımlanmıştır.
Fransız Heykel sanatçısı Rodin’e göre sanat, dünyayı anlama ve anlatmak isteyen bir düşünce çabası, Tolstoy’a göre, insanın her zaman duymuş olduğu bir duyguyu kendinde canlandırdıktan sonra, bu duyguyu başkalarının da aynı şekilde duyabilmesi için çizgi, renk, hareket ya da sözcükler aracılığıyla aktarmasıdır sanat.
Kişide oluşan her şey sözle anlatılamaz. Söz, insanların ruhsal dünyalarında, ve bilinçdışının derinliklerinde duyup belirtmek istedikleri bir çok şeyi anlatıp ifade edebilmeleri için yeterli değildir. Görsel dil, insan doğasına bağlı en ilkel ve içten anlatım biçimlerinden biridir. Görsel sanatlarda sözel olmayan anlatımlar, şekiller, hareketler ve renkler ön plandadır.
Freud’un belirttiği gibi psikanaliz hiçbir zaman sadece ruhsal hastalıkların teşhis ve tedavisine yönelen bir yöntem olmayıp felsefe, din ve sanat sorunlarının çözülmesinde de yararlı olabilir.
Freud sanatı, kişinin yaşam karşısındaki tavrı, oyun keyfi, gerçekliğin ötesine atılan bir adım, acının kendisi değil acının teatral betimlenmesi olarak tanımlar. Freud, sanatı yer değiştirmiş doyum duygusunun sembolizasyonu şeklinde nitelemiş, sanatla rüya arasında yakınlık kurarak, sanatın kişinin çatışmalarından doğduğunu belirtmiştir.
Sanatçı iç güdüleri ve bilinçaltı isteklerini toplumsal yasaklar nedeniyle bilinçli ben (ego) düzeyinde yaşayamaz. Bilinç ve bilinçaltı arasındaki çatışma bu düzeyde çözümlenemezse nevroz denilen ruhsal bozukluk oluşur ya da yüceltme mekanizması ile çatışma yaratıcı bir ürüne dönüşür.
Psikiyatrist John Rickman, sanatçıda hem yaratıcı hem de yıkıcı impulsların yoğun şekilde bulunduğunu ve bu iki farklı impulsun karşılıklı bir etkileşim içinde olduğunu ileri sürer. Sanatçının ürününü, yıkıcı, tahrip edici impulslar üzerinde yaratıcı gücün zaferi olarak görür.
Dostoyevski, Beethoven gibi sanatçılar ve eserleri üzerine yaptığı araştırmalar sonucu Freud, sanatçının baskı altında tuttuğu dürtülerini düş gücü ve imgeleme ile doyuma ulaştırmaya çalıştığını öne sürer. Sanatçının yaratma nedenlerinin ardında yaşam öyküsü, kişiliği ve davranışları yatar. Dostoyevski’nin babasına olan nefreti, onun ölmesini istemesi ve bundan dolayı suçluluk duyması Karamazov Kardeşler adlı romanında yansımasını bulur.
A.Adler, Beethoven’ın sağırlığı ve sağır oluş nedeninden (babasının kulağına şiddetle vurması sonucu sağır olmuştur.) yola çıkarak yaratıcı bireylerin, yaratıcı eylemleriyle bir eksikliği, organ işlev yetersizliğini giderme çabası içinde olduklarını söyler.
Fransız ressam David, resimlerindeki donukluk, düzlük, aşırı simetri açısından eleştirilmiştir. Sanatçının yaşam öyküsü gözden geçirildiğinde, sağ yanağında geniş çaplı bozuk bir alan, muhtemelen iyi huylu bir ur olduğu, bunun sanatçıda belirgin bir yüz asimetrisine neden olduğu, tümörün önce üst dudak üzerine yerleştiği ve sanatçının konuşmasını da belirgin bir şekilde bozduğu anlaşılmaktadır. Ressam, eserleri ile bilinçdışı savunma mekanizmalarını kullanıyor, sanki resimleri ile kendini iyileştiriyor.
İspanyol ressam Goya, yaşamında ardı ardına bedensel ve ruhsal hastalıklar yaşamıştır. Sifiliz, nörolabirintitis, şizofrenik reaksiyon, yaş dönemi depresyonu, bu tekrarlayıcı hastalık nöbetleri tam olmayan felce, epilepsi nöbetlerine, yarı körlüğe ve zaman zaman işitme ve konuşmanın bozulmasına, halüsinasyonlarla birlikte olan düşünce bozukluğu ve gerçekle ilişkisinin kopmasına neden oluyordu. Bu klinik tablonun oluşmasına Goya’nın üstübeç ile çok fazla karşı karşıya kalmasına bağlanıyordu, bu zehirli bileşik sanatçının en fazla kullandığı renk verici maddeydi. Ressam hastalıklarından sonra farklı bir kişiliğe büründü.
Güzel sanatların diğer alanlarındaki örnekleri de hatırlarsak; şair George Byron, yazar ve şair Walter Scott’ın topallığı, besteci ve piyanist Chopin’in, yazar Kafka’nın, şair ve oyun yazarı Schiller’in tüberkülozu, yazar Cervantes’in , ressam Toulouse-Loutrec’in, ve yazar Hemingway’ın belirgin bedensel bozuklukları, yazar Huxley’in görme bozukluğu gibi… yaratma süreci beden durumundan etkilenebilir. Yaşamın erken döneminde oluşmuş bir beden noksanlığı ya da yetersizliğinin psişik yansıması her sanatçının yaratıcılığını etkilemeyebilir. Ancak derin etkisi de olabilir. Bu noksanlık, çoğu kez bilinçdışı olarak yaratıcı gücü harekete geçirebilir.
Çok sevilen bir yakınının ölümü bir çok sanatçının eserlerini etkilemiştir. Sevilen bir obje kaybı depresyona neden olabilir. Yaşamın erken dönemindeki kayıp kişide çözülmemiş yas, ölen kişiyle aşırı meşgul olma, suçluluk duygusu ve psikolojik rahatsızlıklara neden olabilir. Bu ruhsal durum yetenekli kişilerde bir telafi olarak yaratıcı düşüncelerin çıkmasına yol açabilir. Burada sanatçı için özel tehlike, benlikle obje ifadesi arasındaki sınırın karışmasıdır. Sonunda sanatçıda gerçeği değerlendirme yeteneği bozulabilir ve psikoz ortaya çıkar.
Ressam Edward Munch 5 yaşında annesinin, genç yaşlardayken kız kardeşinin ölümünü izlemiştir. Munch’ın sanatı analitik olarak incelendiğinde ressamın annesinin ölümünden derin bir şekilde etkilendiğini ve görsel bir travmayla karşı karşıya kaldığı anlaşılır. Çığlık tablosunda, kırmızı alandan kaçma ölümü, akciğer kanamasından ölen annesini sembolize ediyor. Figürün başını çevirmesi, elleri ile başını tutması korku oluşturan sahneden yoğum bir kaçma olarak değerlendiriliyor.
37 yıllık yaşamı boyunca ressam Van Gogh’un hayatı kayıplarla doludur. Evlenmek istediği kişi tarafından reddedilince ilk ruhsal bunalımını geçiren ressam, varını yoğunu maden işçileri için harcayınca sıkıntılı günleri başlamıştır. Babasının ölmesinden hemen sonra ilk büyük tablosunu yapmıştır. Akademiye yazılmış, okul disiplinini kişiliği nedeniyle kabul edememiş, ressam Gaugin’in evine yerleşmiş ve aralarındaki anlaşmazlığın gittikçe arttığı bir gün Gaugin’in üstüne yürüyüp kulak memesini kesmiştir. Bu olaydan sonra ressamı akıl hastanesinde görüyoruz. Van Gogh, temporal epilepsi ve bunun yarattığı psikoza rağmen hırsla çalışmasına devam etmiştir. Hastanede kaldığı odayı resmeden ressam yalnızlığını telafi etmek için objeleri çift olarak resmetmiştir. Hastaneden çıktıktan sonraki iki ay içinde 60 tablo yapıyor.Piposu ve bandajlı kulağı ile kendi portresinde Van Gogh’un gücünü görüyoruz. Kulağını kestikten sonra iyileşme döneminde yapmıştır bu resmi. Hasta ve yalnız olan ressam kalan yaşam enerjisini tablolarına vermiştir. Van Gogh’un içinde bulunduğu ruh durumu intiharından bir ay önce tamamladığı son kendi portresinden anlaşılır, sürekli nöbetlerle, korkularıyla boğuşan sanatçının yüzü heyecansız olarak keder içindedir, dudakları sımsıkı kapalı, gözleri dalgındır.
Frida Kahlo, Meksikalı ressam, en büyük acıyı resim yapamaz hale geldiğinde yaşamıştır, 32 kez ameliyat olmasının, kesilip, biçilmesinin ötesinde bir şeydir hissettikleri. Kahlo, 5 yaşında bir gezinti sırasında ağaç köküne takılır ve düşer, bunun ardından çocuk felci geçirir ve topallayan zayıf bir bacakla yaşamaya başlar. 19 yaşında geçirdiği bir trafik kazası sonucu 3. ve 4. omurga kemikleri kırılır, kalçasından giren ve rahminden çıkan demir çubuk derin yaralara yol açar. Yaşamını yatağa bağlı olarak sürdüren Frida’ya annesi sütunlu bir yatak yaptırır ve kendini seyredebilsin diye yatağın tavanına ayna astırır. Sanatçının ilk tepkisi dehşet doludur, ancak bir süre sonra aynanın altında yatan parçalanmış bedenine, kendi iç dünyasına daha az korkarak bakar ve gördüğü kendini çizmeye başlar. Aynı zamanda dayanılmaz şiddetteki ağrıları hissetmemesinin bir yoludur bu onun için. 1954’te akciğer ambolisi teşhisiyle son nefesini verdiğinde ardında bıraktığı son resmi “Yaşasın Yaşam” isimli natürmortuydu.
Sanatçının kişiliği ve yaratıcılığı konusunda karşıt görüş C.G.Jung’dan gelmiştir. Sanatla sanatçı arasında doğal olarak psikolojik bir bağlantı bulunduğunu, ancak sanat ve psikopataloji söz konusu olduğunda sanatın özüne zarar vermeyen bir yaklaşım içinde olmak gerektiğini, meslekten anlayan birinin patolojik bir olguyu sanat yapıtıyla karıştırmayacağını söyler. Varoluşcu psikiyatrist May, bu yaklaşıma destek verir. Yeteneğin hastalık, yaratıcılığın da nevroz olduğunu öne süren yaklaşımlara güçlü bir tavır alınması gerektiğini söyler. May, nevrotik bir insanın da sanatçıda olduğu gibi yalnızlık, hiçlik, yabancılaşma duygularıyla boğuştuğunu, ancak sanatçı bu duygularını yaratıcılığı aracılığıyla ürün olarak ortaya koyarken nevrotik kişinin bunu yapamadığını ifade eder.
Öyle görünüyor ki sanat, sanatçı, yaratıcılık ve akıl hastalığı konuları insan beyninin ve kişiliğinin sırları çözülene kadar tartışılacak.