Yeme bozukluğu olarak bilinen anoreksiya en fazla ergenlik döneminde ortaya çıkıyor ve kadınlarda erkeklere oranla 20 kat daha fazla görülüyor. Anoreksiya nevrozanın psikiyatrik hastalıklar içerisinde intihardan sonra en fazla ölüme neden olan hastalık olduğunu belirten Uzmanlara göre hastalığın temelinde kişinin 3-6 yaş arasında annesiyle yaşadığı sorunlu bağlanma problemi bulunuyor.
Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Mahir Yeşildal, yeme bozukluğu olan anoreksiyanın en fazla ergenlik döneminde ortaya çıktığını ve kadınlarda daha fazla görüldüğünü söyledi.
Anoreksiyanın üç temel özelliği olduğunu belirten Yeşildal, bunlardan ilkinin hastalığın ergenlik döneminde ve kadınlarda daha fazla görülmesi olduğunu ifade etti.
Bedene narsistik yatırım yapılıyor
Bu durumun temelinde çocukluk çağında anneyle yaşanan sorunlu bağlanma problemi bulunduğunu ifade eden Yeşildal, şunları söyledi:
“Genellikle bu hastalık ergenlik döneminde başlıyor. Hastalığın en çok görüldüğü yaş 12 ile 25-30 yaş arası. Bunun sebebi biyolojik nedenler olabilir ama en temelde kişinin annesiyle yaşamış olduğu sıkıntı ve çatışmalarda sağlıklı savunma mekanizmaları olmadığı için baş edememesi ve buna bağlı bedenine narsistik yatırımı yapması yani kendi bedenini mükemmelleştirmeye çalışıyor. Bu da temelde çocukluk çağında özellikle 3-6 yaş arasında anneyle olan ilişkideki problemden, özellikle bağlanma probleminden kaynaklanıyor. Çünkü bu hastalık, batı toplumunda daha çok görülen bir şey. Anne için kız çocuğu daha değerli. Kendi hayallerini, umutlarını hayal kırıklıklarını kızı üzerinden yaşamaya çalışıyor. Türkiye’de bireyselleşme arttıkça, toplumun sosyolojik yapısı değiştikçe, anne-kız bağlanma biçimlerinin de batı tipi bir ilişkiye döndüğünü görüyoruz ve buna bağlı anoreksiya vakalarının arttığını görüyoruz.”
Beden Kitle İndeksi, % 15 azalıyor
Anoreksiyanın ikinci özelliğin hastanın Beden Kitle İndeksi’nin yüzde 15 azalması olduğunu ifade eden Mahir Yeşildal, bu kişilerin genellikle hastalık öncesi kilolu ya da hafif kilolu olduğunu kaydetti. Hastanın kilo vermesine rağmen kendini hala kilolu olarak gördüğünü kaydeden Yeşildal, “Beden Kitle İndeksi’nde alt sınırın 20 olduğunu varsayarsak % 15 oranında azalıyor. 16-17’nin altına düşüyor. Buna rağmen hastada iştah var, depresyondaki gibi değil, bu hasta sürekli yemeklerle ilgileniyor. Bu hastalar sürekli yemek tarifleri okurlar, evin çeşitli yerlerine yemek saklıyorlar. Sofrayı kendileri kurmak istiyorlar ama kilo alırım kaygısı ve korkusuyla yemiyorlar” diye konuştu.
Kendini hala kilolu görüyor
Hastalığın üçüncü özelliğinin ise çok kilo kaybetmiş olmasına rağmen hastanın kendini hala çok kilolu olarak görmesi olduğunu ifade eden Mahir Yeşildal, “Kendinin kilolu olduğunu iddia etmesi, aksi gösterilmesine rağmen buna ikna olmaması. Kendi bedeniyle barışık olmaması” dedi.
Anoreksiyanın temelinde genetik bir faktörün olduğu konusunda kesin bir bilgi olmadığını ifade eden Mahir Yeşildal, “Anoreksiyayla bağlantılı bir gen bulunmuş değil. Ancak ailede annede, babada ya da teyzede anoreksik ya da bulumik yani yeme bozukluğu olan biri varsa bu çocuklarda yeme bozukluğu yani anoreksiya nevrozanın ortaya çıkma olasılığı yüksek oluyor. Ayrıca manken, şarkıcı ya da sunucu gibi toplumun önünde olan ve bir yerde bedenleriyle para kazanmak zorunda olan kişilerde görüntülerini koruma kaygısı daha yüksek oluyor. Bunlar büyük risk altında, zaten bu hastalık ilk çıktığında manken hastalığı olarak tanımlanıyordu” diye konuştu.
En çok ölüme götüren hastalık
Anoreksiya nevrozanın psikiyatrik hastalıklar içerisinde intihar haricinde en fazla ölüme neden olan hastalık olduğunu ifade eden Dr. Mahir Yeşildal, “Hastalığın kendisi ölüme sebep olabiliyor. Çünkü hasta yemeyince içmeyince kilo kaybına bağlı kansızlık, kalp ritim bozuklukları ortaya çıkabiliyor. Kandaki yağ ve kolesterol oranları değişebiliyor, metabolik yapı alt üst olabiliyor. Sodyum, potasyum kalsiyum gibi maddelerin miktarı azalıyor. Kalsiyum azalınca kemik bunu kompanse etmeye çalışıyor. Kemik erimesi ortaya çıkıyor, vücuda az su alınınca sodyum miktarı düşünce özellikle potasyum düşünce böbrekler iflas edebiliyor. Ciddi bir böbrek yetmezliği ortaya çıkabiliyor. Bu hastalarda hipotermi yani vücut ısısındaki düşmeyi çok sık görüyoruz. Genelde beslenmemeye bağlı kabızlık çok görülüyor. Saç dökülmesi, saçlarda azalma, deri çabuk deforme oluyor” diye konuştu.
Anoreksiyanın iki alt tipi olduğunu belirten Mahir Yeşildal, “Birincisi kısıtlı yemek yani iştah var ama yemiyor. İkincisi de tıkınırcasına yeme yani orada da bulimiyadan biraz daha farklı. Bir yeme atağı geliyor ama müsil kullanıyor, idrar söktürücü kullanıyor ya da çok yoğun egzersiz yapıyor. Anoreksiya hastalarının yarısı bulimik ataklar da geçirebiliyor yani tıkanırcasına yedikten sonra kendini kusturabiliyor. Anoreksiyada bu da görülebiliyor dolayısıyla iki hastalığın ayrımı çok da net değil” dedi.
Boşanmış aile çocuklarında oran yüksek
Boşanmış ebeveynlerin çocuklarında anoreksiya görülme oranının yüksek olduğunu ifade eden Mahir Yeşildal, “Anne baba özellikle çocuk küçük yaştayken boşandıkları zaman ve bu boşanma travmatik bir boşanmaysa bu çocuklarda da anoreksiya riski yükseliyor. Çocukluk döneminde herhangi bir problem yaşamasa bile kendi hayatında yaşamış olduğu ayrılık, boşanma iş yaşantısındaki herhangi bir problem anoreksiyanın ortaya çıkması için kolaylaştırıcı bir rol oluyor” dedi.
Mutlaka profesyonel destek alınmalı
Anoreksiya olduğundan şüphelenilen kişi için yapılacak ilk şeyin profesyonel destek almak olduğunu ifade eden Dr. Mahir Yeşildal, “Bu kişi kilo kaybediyor ama hala diyet peşinde. Hiç geciktirmeden profesyonel destek alınmalı. Burada da tedavinin çeşitli aşamaları var. Eğer Beden Kitle İndeksi ciddi şekilde 15’in altına düştüyse o zaman hastaneye yatırmak, genel bir dahiliye servisine ya da yoğun bakım servisine yatırarak hastanın metabolik tablosunun düzeltilmesi gerekiyor. Anoreksiya tedavi edilmezse ölümcül hale gelebiliyor. Ancak burada hastalar kilo konusunda çok duyarlı bu nedenle mutlaka psikiyatrik destek sağlanmalı. Bu hastalar ağızdan yemeyi reddediyorlar, ailenin yasal onamıyla beraber damardan besleniyorlar. Bu hastaların servis içinde durmadan hareket ettiklerini görüyoruz, aldıkları kalorileri bir an önce yapabilmek adına ve çok sık tuvalete gidip idrar yapmaya çalıştıklarını görüyoruz. Sonra hemen gelip tartılıyorlar ve kilolarının düştüğünü görmek istiyorlar. Bu nedenle mutlaka psikiyatri ile beraber ortak hareket etmek gerekiyor” diye konuştu.
Anoreksiyanın psikiyatrik belirtilerine de dikkat çeken Dr. Mahir Yeşildal, “Depresyon bunlardan en önemlisi. Düşük benlik saygısı, öz güvende ciddi bir azalma, obsesif uğraşlardaki artış. Depresyonda olan anoreksik bir hastanın altta yatan depresyonunu da tedavi etmek gerekiyor” dedi.
Bireysel psikoterapiler etkili oluyor
Anoreksiya tedavisinde ilaç tedavilerinin yanı sıra terapilerden de yararlandıklarını ifade eden Yeşildal, “Bireysel psikoterapiler anoreksiyada ciddi anlamda işe yarayabiliyor. Bireysel destekleyici ve özellikle bilişsel davranışçı terapi yöntemleriyle motivasyonel görüşme teknikleri uygulayarak hastanın içgörü yeteneği kazanmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bu arada çeşitli ilaç tedavileri söz konusu olabiliyor. Eşlik eden başka psikiyatrik hastalığına bağlı manyetik uyarım tedavisinden elektroşok tedavisine kadar uzanabilen tedavi alternatifleri mümkün. Mutlaka hasta yakınlarının anoreksiyayla ilglili psiko eğitimden geçmesi ve onların da bu hastalıkla ilgili bilinçli olması gerekiyor” diye konuştu.
Aşırı korumacılık çocuğun bağımsızlaşmasını engelliyor
Çocuk yetiştirirken yapılan en önemli hatanın yanlış bağlanma biçimleri olduğunu ifade eden Yeşildal, “Aşırı obsesif ya da kontrolcü mükemmelliyetçi olan anneler çocuklarının ayrışmalarını ve bağımsızlaşmalarını engelliyor. Mesela yürürken düşmesine izin vermiyor, sürekli peşinde dolaşıyor oysa bir insan yavrusu yürümeyi öğrenene kadar ortalama bin kez düşüyormuş. Ama günümüzdeki bu obsesif mükemmelliyetçi ya da ciddi kaygı problemi olan anneler sürekli çocuklarını koruma peşindeler. Mesela çocuk kanepeye tırmanmak isterken düşüyor, anne hemen o acıyı yaşamasın diye çocuğu kanepeye kendisi çıkarıyor, Böylece çocuktaki o anneden ayrışma ve tamamen bağımsızlaşıp birey olma hissi oturmuyor. Annelerin yaptığı en önemli hata bu. Çocuklarını kendilerinin bir uzantısı, parçası olarak gibi görmeleri, oysa öyle değil biz çocukların sahibi değiliz. O çocukların bizim dünya görüşümüzden yaşam biçimimizden ve bizim kişilik yapımızdan farklı olacaklarını kabul etmek zorundayız. Günümüzde annelerin ve babaların yaptığı maalesef en büyük yanlışlardan biri bu. Kendi düşüncelerini hayallerini çocuklarının gerçekleştirmesini istemeleri. Bu maalesef bireyselleşmeye en büyük engel” dedi.
Çocuklarımızı bir proje şeklinde yetiştiremeyiz
Bir anne ve babanın çocuğa verebileceği en temel şeyin huzurlu bir yuva olduğunu ifade eden Mahir Yeşildal, şöyle konuştu:
“Çocuklarımıza çok yükleniyoruz. Çocuğu piyano kursuna gönderiyoruz, yüzme kursuna, dil kursuna gönderiyoruz. 2-3 yaşından itibaren okula gönderiyoruz. Çocuğun kendini gerçekleştirmesi için bir şeye fırsat vermiyoruz. Bir anne babanın temelde yapacağı şey çocuğunun hayatını kolaylaştırmaktır, çocuğunun hayatını belirlemek değildir. Biz kolaylaştırırız, çocuğun neye istidadı varsa neye kabiliyeti varsa o yönde ilerler. Ressam olacaksa olur, muavin olacaksa olur, şoför olacaksa olur. Bizim yapmamız gereken huzurlu bir aile yapısını sunmaktır. Çocuk okuldan çıkarken eve koşa koşa gelmesini sağlayacak bir huzurlu bir yuva kurabilmektir. Onun dışında ona bırakacağımız malın mülkün bir anlamı yoktur. Çocuk anne babasıyla kurduğu ilişkiyle sonraki hayatında kadınlar ve erkeklerle kuracağı ilişkiyi belirliyor. Otoriteyle kuracağı ilişkiyi belirliyor. Yönetici olduğu zaman ne yapması gerektiğini babasıyla kurduğu ilişkiyle öğreniyor. Bir kız çocuğu erkeklerle nasıl ilişki kurması gerektiğini babasından öğreniyor. Bunu cinsiyetçi bir süreç olarak düşünmeyin ama eğer evde huzur varsa çocuğa ek başka birey vermenize gerek yok. Bunun için zengin olmanıza da gerek yok. Çocukları proje çocuk haline getirmemek gerekiyor.”